
Hocam Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun adına hazırlanan sempozyumda okundu...
BİLGİN, AYDIN, BİLGE
Bütün varlıklara göre akıl, düşünme ve anlama gibi üstün donanımlarla yaratılan kişioğlu, bu üstünlüklerinin kazandırdığı yeteneklerle varlığını sürdürmeyi ve öteki varlıklar üzerinde egemenlik kurmayı başarmış, doğa olaylarına karşı kendini korumanın ve çoğu durumlarda onları buyruğuna almanın yollarını da bulmuştur. Bu çabalarını sürdürürken bilginin ne olduğunu kavramış, değerini anlamış, elde ettiği bilgileri biriktirmiş ve dil donanımıyla da gelecek kuşaklara aktarmıştır. Kişioğlunun kayıt tutmaya başladığı, hatta var olduğu çağlardan bugüne bu çaba sürmüş, bilgi edinme, bilgi üretme, bilgi peşinde koşma, bilgi biriktirme ve biriktirdiklerini aktarma pek çok kişinin yaşamasının ana amacı olmuştur.
Pavlov ile ilgili olarak bir fıkra anlatılır. Bu ünlü bilgin, her gün sabah saat sekizde laboratuvarına gider, o gün yapacağı deneyler için hazırlıklarını yapar, saat dokuzda da asistanı gelir ve birlikte çalışmaya başlarlarmış. Bir gün Pavlov yine alışkanlığı üzere laboratuvarına gitmiş ama saat dokuz olmuş asistan yok, on olmuş yok, o gün asistan laboratuvara gelmemiş. Ertesi gün geldiğinde Pavlov, “Dün niçin gelmedin?” diye sorunca asistan; “Dün ülkede devrim oldu hocam” demiş. Bunun üzerine Pavlov, “Devrimden sana ne evladım” diye karşılık vermiş.
Pavlov’a göre devrimin olması, onun toplum hayatına etkileri, devrim sonrasında hem kendini hem de toplumu nasıl bir hayat beklediği önemli değildir. Bu fıkrayı duyan kişi ilk anda Pavlov’un işine ne kadar önem verdiğini düşünecek, onun boşuna bugün de adından söz edilmediği, bunu hak etmiş olduğu yargısında bulunacaktır. Bu, doğrudur. Bilim insanı, her koşulda işini yapmayı düşünen, yaptığı işi, her şeye tercih eden kişidir. Bilim insanının amacı, bilim yapmaktır. Yaptığı çalışmaların sonucunun kime ya da neye yaradığı onun meselesi değildir. O; laboratuvarında, kütüphanesinde, doğada, çalıştığı alan her neyi gerektiriyorsa onun peşinde hayatını bilime adamıştır. Zihni, sürekli çalıştığı konularla meşguldür, hayat ile ilgili tutumunu da alanıyla ilgili çalışmaları belirler. Onun için mutluluğun kaynağı, yaptığı çalışmalardır. Onlarla mutlu olur ve mutlu oldukça da yeni çalışmalar için heyecan duyar, zamanını onunla geçirmekten zevk alır.
Bilgin, ciddi bir eğitimle yetişir ve yaşadığı sürece alanıyla ilgili çalışmaları izlemekten, öğrenmekten uzak kalamadığı gibi bundan sonsuz haz duyar. Öğrendiği ölçüde de öğretme becerisi gelişir ve başka bilginler yetiştirmek için çaba gösterir. Çünkü bilgin olmanın önemli gereklerinden biri, kendi araştırmaları üzerine yeni bilgiler ekleyecek takipçiler yetiştirmek, onlara yol göstermek, yöntem öğretmektir. İyi bir bilginde aranan bir özellik de bütün bunları yaparken bilgisini kıskanmamaktır. Çünkü bilimin gelişmesi biraz da buna bağlıdır. Bilgisini kıskanan, paylaşmaktan kaçınan kişi, bilgin sıfatına gölge düşürür.
Bilgin, hata ve yanlış yapma hakkına sahiptir. Çünkü hata da yanlış da çalışmakla ortaya çıkacak durumlardır. Bir çalışma yapmazsanız hatanız da olmaz, yanlışınız da olmaz. Fakülte koridorunda Ahmet Caferoğlu’nun hatasını buldum diyen öğrenciye hocanın verdiği karşılık ne de güzeldir.
Bilgin, çalışma alanının düşlerini gören kişidir. Bir yazmanın peşinde aylarca koşuşturan ancak bir türlü izini bulamayan Mükrimin Halil Yınanç, esere ulaşma hikâyesini şöyle anlatır: “Bir gece babam düşüme girdi ve yarın Cuma namazımızı Ayasofya’da kılalım oğlum dedi. Uyanınca düşündüm ve kendi kendime ‘Babam, Cuma namazlarını sürekli Süleymaniye’de kılardı, acaba niçin Ayasofya dedi’ diye kendime sordum. Böyle düşünerek Ayasofya’ya gittim ve aradığım yazmayı orada buldum.”
Bilim ile uğraşan kişi; alanı her ne olursa olsun birtakım sorular sorar, bu soruların karşılığını bulmak için bir ömür harcar. Bilim insanının alanıyla ilgili merakı, konuşmayı yeni öğrenen, hayatı, çevreyi, doğayı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan küçük çocuğun merakını andırır.
Soru, ilginin ve merakın ürünüdür. Soracağı sorusu ve ilgisi, bir başka deyişle arayacağı cevap olmayan, daha genel bir tanımla merakı, eski tabirle tecessüsü olmayan kişiden bilim insanı olmaz. Çünkü merak duymayan kişinin öğreneceği bilgi yok demektir. Belki yalnızca öğretmek ve bu yolla geçim sağlamak amacıyla öğretmenlik yapılabilir ancak bu anlayıştan da kalıcı bilgi üretimi, başka araştırmacıların da yararlanacağı kaynak bir eser çıkması beklenmez.
Bilime talip kişinin ilk sorusu “Ne yapacağım?”, ikinci sorusu “Niçin Yapacağım?”, bir sonraki aşama, “Nasıl Yapacağım?” olur. Bu soruların karşılığını arayan bilim insanı adayı, birtakım sonuçlara ulaştıktan sonra önce eldeki bulguları sınıflandırma/tasnif, ikinci olarak sınıflandırdıklarını tahlil/çözümleme ve çözümlemelerini değerlendirip sonuç çıkarma aşamasına geçer. Çıkan sonucun çalışılan alana herhangi bir katkısının olup olmaması; seçilen konuya ve sıralanan sorulara verilen karşılıkların yeterli olup olmamasıyla yakından ilgili olduğu gibi sınıflandırma, çözümleme, değerlendirme ve sonuçlandırmanın da gerektiği gibi yapılıp yapılmamasına bağlıdır.
Bilim yapmanın sonucu; makam, daha iyi yaşama, maddi kazanç vb. olabilir ancak bilim adamı, bilimle uğraşırken bu ve benzeri şeyleri amaçlamaz. Bilgisini bunlar için araç olarak kullanmaz. Bilim ahlakı ve tarihten gelen deneyim bunun böyle olmaması gerektiğini sürekli hatırlatır. Bilim yaparak zenginleşmiş, maddi olarak rahat bir hayata kavuşmuş gerçek bir bilim insanı da zaten pek az çıkar. Bunların da çoğunun pazarlamacı sıfatı, bilim insanı sıfatının önüne geçmiştir.
Balasagunlu Yusuf’un dediği gibi “İnsan akıl ile yükselir, bilgi ile büyür; bu ikisi ile insan itibar görür.” O, bir başka beyitte de “Dikkat edilirse herkes üzerine bir şey giyer ancak akıllı ve bilgili insanın değeri giydiğinde değil, özündedir.” der. Yani bilgin zaten yalnızca taşıdığı bilgin sıfatından dolayı bir değere ve itibara sahiptir, onun değer kazanması için bir makama ya da zenginliğe gerek yoktur. Eğer aksi oluyorsa ahlakla ilgili bir sorun söz konusudur. Bilim çevresi bu tür durumlarda verilmesi gereken tepkiyi vermiyor, durumu görmezden geliyorsa ahlak sorunu genelleşmiş, geçerli anlayış, yürürlükteki ahlak durumuna gelmiştir. Böyle bir durumda gerçek bilim insanı yalnızlaşır, çoklukla içine kapanır, zaman zaman da küsüp köşesine çekilir ancak bilim sevgisi çoğunlukla onu rahat bırakmaz ve o da elinden geldiğince, koşullar elverdiğince kısaca mümkün olduğunca üretmek için çaba gösterir.
Bilim insanının bilgiyi makam için kullanması iz bırakmış büyük aydın ve bilgelerimizce hoş görülmemiş hatta bu tip kişiler ağır hakaretlerle anılmışlardır. Konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunan Ali Şir Nevâyî, Hayretü’l-Ebrâr’ın yirmi makalesinden birini bilgiye ve bilim insanına ayırmıştır. Aslında bu, Nevâyî eserlerinde özel bir çalışmayı hak edecek düzeyde geniş işlenen konulardan biridir. Eserin konuyla ilgili birkaç beytinin aktarmasını şöyle yapmaya çalıştık: “Bilgisiyle makam elde etmeye çalışan kimse, deniz suyuyla alın terini denk görmektedir.”, “Amacı leş bulmak olan köpeğe süslü giysiler giydirmenin ne anlamı var.”, “Bir makamı elde etmek için bilim edinen alçak, ipek örtüyle pislik örtmüştür.” Nevâyî, gerçek bilgini ise şöyle anlatır: “Gerçek bilgin bir ocak ve yüz yanı da mücevherdir. O; bir evren, her yanı da yıldızdır.”, “Ocağındaki mücevherlerin hepsi tertemiz, göğündeki yıldızlar da parlaktır.” “Böyle bir talihe sahip olan kişinin dünya malına ve makamına dönüp bakmaması şaşılacak bir durum değildir.” Özellikleri bu beyitlerle açıklanan kimse bizce bilgin olmanın ötesinde bir sıfata erişmiş kişidir. Her ne kadar Nevâyî bunları gerçek bilgin olarak vasıflandırıyorsa da bunları, bilginliğin ötesinde bir değer ifade eden “bilge” sıfatıyla anmak daha uygun olacaktır.
Aydın olmak, bilim insanı olmaya göre daha farklı özellikler isteyen bir durumdur. Her bilim insanı aydın olmayabilir. Çünkü aydın olmanın koşulları, kişiden istedikleri, toplumun aydınlardan beklentileri ya da onun topluma vermesi gerekenler daha değişik ve çeşitlidir.
Aydın da soru sorar ancak aydının sorularının alanı bilim insanının soru alanına göre çok daha geniş, çok daha kapsamlı ve kapsayıcıdır. Bilim insanının soruları ve sorumluluğu çalıştığı, geçimini sağladığı alanla ilgiliyken aydın, içinde yaşadığı toplumun hatta genel olarak insanlığın sorunlarıyla ilgili sorular sorup çözümlemeler, sınıflandırmalar yapmaya, çözüm önerilere getirmeye çaba gösterir.
Bilgin gibi aydın da ciddi bir eğitim görerek yetişir ancak bir kişinin bilgin olmasında aldığı eğitim birinci derecede gereklilik iken bir kimsenin aydın olmasındaki ilk gereklilik kişinin kendi çabası ve beyninin işlevlerini kullanma biçimidir. Bilgin, uğraştığı bilim alanının kurallarına ve yöntemlerine göre çalışır ancak aydın beynini ve düşüncelerini kısıtlayan engelleri aştığı, sınırlamaları kaldırdığı ölçüde kendini geliştirip bu sıfatı hak edebilir. Aydın adayının mücadelesi daha çok kendi içine yöneliktir. Bu uğraştan başarılı çıktığı oranda aydın olma özelliğini hak eder.
Bilgin, çalışma alanıyla ilgili yenilikler, yeni buluşlar, yeni bakış açıları ortaya koyabilir. Aydın ise genel olarak içinde yaşadığı toplum ya da daha geniş anlamda kişioğlunun durumu ve geleceğiyle ilgili düşünceler üretebilen, yaratıcı ve etkileyici fikirler ortaya koyabilen kişidir.
Bilimle uğraşanların düşünce evreni çalışma alanıyla sınırlı iken aydın, geniş kitleleri ilgilendiren konularla ilgili çözüm üretme düşüncesiyle davranmak durumundadır.
Bilgin ve aydının ortaklaştığı bir konu, her ikisinin de bitmez tükenmez bir heyecana ve bu heyecandan kaynaklanan enerjiye sahip olmalarıdır.
Bilgin kişinin çalışması, mensup olduğu alanla ilgili olduğundan toplumdaki otorite sahipleriyle çok ilgisi olmaz, pek zülfü yâre dokunmaz. Özellikle doğa bilimleriyle uğraşan bilginlerin dünyası, hemen bütünüyle günlük işleyişin dışında olduğu için kendilerine hastır, kendilerine aittir. Toplum bilimlerinde değişik durumlar oluşabilir ancak bilgin burada da gerektiğinde çalışmalarının gösterdiği sonuçları ortaya koymanın ötesine geçmeyi gerekli görmez. Aydın için durum değişiktir. Aydın, bilgisini ve deneyimini toplum için kullanma gerekliliğini yaşama nedenlerinden biri olarak görür ve bu konuda tavizsiz davrandığı için zaman zaman otorite sahiplerini huzursuz ve rahatsız edebilir. Bu anlamda aydın yer yer otoriteye karşı düşüncelerini savunan bir isyankâr görünümündedir. Böyle olunca da aydının başı, otorite sahipleriyle hoş olmayacak, özel hayatında bile birtakım sıkıntılar yaşayacaktır. Bu durumun hem yakın tarihimizde hem de uzak geçmişimizde pek çok örnekleri olduğu bilinmekte ancak zulmedenler ya zalimlikleriyle anılmakta ya da unutulmakta ancak zulme uğrayanlar genellikle iyi anılmaktadırlar. Hallac-ı Mansur’u, Nesimi’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Şeyh Bedrettin’i, yakın geçmişten Ziya Gökalp’ı Mehmet Akif’i, Nihal Atsız’ı, Galip Erdem’i, Necmettin Hacıeminoğlu’yu hatırlarsak söylemek istediğimiz daha açık anlaşılacaktır.
Alanı toplum bilimleri olanlar, özellikle de dil, tarih, edebiyat, felsefe, sosyoloji gibi alanlarla uğraşanlar içinde bilginliği yanında aydın davranışı sergileyenlerin de çok olduğu görülür. Sayılan bu alanlar, içerikleri gereği bilgin olma ile aydın olmanın sıkça iç içe geçtiği alanlardır. Türklük Bilimi alanı; Türklüğün var ettiği ve bir yönüyle de Türkleri var eden duygu, düşünce ve malzeme ile uğraşan bir alandır. Bu alanda çalışan Türk kökenli bir bilgin ister istemez çalıştığı alana hem bilim ölçüleriyle hem de duygularıyla yaklaşacak, çalışmalarını da buna göre yapacaktır. İşin içine duyguların girmesinin onu bilimin ölçütlerinden uzaklaştırdığı düşünülebilir ancak bu durum, bütünüyle kişinin aldığı bilim terbiyesi ile ilgilidir ve her kişide aynı sonuç ortaya çıkmaz. Bu durumun önemli sonuçlarından biri, bilim insanının aynı zamanda bir aydın davranışı da göstermesi, bu iki özelliği birleştirmesi olur. Toplum bilimleriyle uğraşan bilginler içinde aydın sıfatına da sahip pek çok kişi olması, çalışılan alanla doğrudan ilgilidir.
Aydının ilgi alanı bütün kişioğludur. O, bütün davranışlarının temeline insanı koyar, insan merkezlidir ve geniş bir bakış açısıyla insanlığa bakar. Aydın, itiraz etme özelliği çok gelişmiş bir kişidir. Yanlışı gördüğünde dayanamayıp müdahale eder, itiraz eder, hatta gerektiğinde isyan eder.
Kişioğlu, içine doğduğu toplumun gelenekleri, inanç ve alışkanlıklarıyla büyütülür. Bebekliğinden başlayarak sorgulanmayan, sorgulanması akla dahi gelmeyen birtakım kabuller, önyargılar edinir. Toplumun büyük bir bölümü için olağan görülen bu kabuller, zaman içinde birtakım kimselerce sorgulanır. Aydın, bu sorgulamaları sonucunda yanlış gördüklerini cesaretle söyleyen, değişmesi ya da büsbütün ortadan kalkması gerekenleri açık olarak ortaya koyan kişidir. Yani aydın kişi, gerekli gördüğünde toplumu da karşısına almaya cesaret edebilendir.
Aydın yokluğunun, kıtlığının ya da toplumlarda aydınların değersiz görülmesinin, etkisizleşmesinin ya da yöneticiler, siyasetçiler tarafından değersizleştirilmelerinin sonucu ne olur? Bu sorunun karşılığı olarak içinde yaşadığımız Türkiye gösterilebilir. Yaşadığımız ve gözbebeğimiz olan ülkemizde bugün, herkes her işi yapabilir ve herkes her şeyi bilir çağı yaşanmaktadır. Bilgi değersizleşmiş, bilginler ve aydınlar hor görülmüş, küstürülüp susturulmuştur.
Bilgelik; bilgin ve aydın olmanın da üzerinde bir sıfattır.
Bilge kişinin en belirgin özelliği, olgunluğudur. Eski metinlerimizde “kemâl” mertebesi olarak adlandırılan olgunluk; bir yönüyle mistik bir kişiliğe, tasavvufi bir özelliğe işaret eder. Olgunluk, bir başka yönüyle gönül sahibi olmak, gönlü zengin olmak, geniş gönüllü olmak, varlığa gönül gözüyle bakabilmektir. Yani gönül ile olgun kişilik, yakın ilişkili iki kavramdır.
Bilge kişi, yalnızca kişioğluna değil bütün varlığa gönül gözü ile bakabilen, bütün varlıkla sohbet edebilen, bütün varlığın bir kişiliği olduğunu düşünen ve ona göre davranmayı bilen, derinliği olan, duygu yoğunluğu her davranışına yansıyan kimsedir. Bu yönüyle bilge kişi, sanatkâr bir ruha sahiptir, şairdir, aşk ehlidir.
Bilge kişi; bilgisinden çok davranışlarıyla, yumuşak başlılığıyla, sükûnetiyle, sözünün gönüllere işlemesiyle etkili olur. En aykırı durumları dile getirdiğinde bile dinleyenler içinde kolay kolay itiraz eden çıkmaz. Çünkü o, hayatın pişirdiği bir kişidir, çiğlik; ona yakışmaz, ondan uzaktır.
Bilge kişi; irfan sahibidir. Sanki bin yıllar öncesindeki bilgelerin varisidir. Onların bugüne gelmiş temsilcisi gibi görülür.
Bilge kişinin ağzından çıkan sıradan bir sözde bile bir anlam, bir hikmet aranır, o sıradan söz, muhataplarının gönlünde, zihninde yer eder. Çünkü onun kendine has üslubu, o sözü değerli kılar.
Dünya, dünya nimetleri, bilge kişinin pek de umurunda olmaz. O, derdi olan bir kişidir ancak onun derdi, dünyevî dert değil, insanlıkla, doğayla, varlıkla ilgili derttir. Çok uzaklarda ıstırap çeken bir insan, onun dert alanı içindedir. Nevada çölünde nükleer denemelerle yok edilen Kızılderililerle Semey’de aynı biçimde nükleer denemelerle yok edilen Kazaklar onun dert yükü içindedir. Kurutulan Aral gölü, Urmiye gölü, yok edilen Uygur Türklüğü, yok edilen Filistinliler, onun dert yükünün içindedir. O, Afrika’nın masum kara derili insanlarının derdiyle dertlenir. İdeolojilerin kör ettiği gözlerle bakıp bunlardan birini görüp ötekine gözlerini kapatanlar da bilge kişinin dert yükü içindedir. O, bu tür kişileri de anlamaya çaba gösterir. Çünkü bilge kişi aklından çok gönlüyle düşünen kimsedir. Ne aklı ihmal eder ne de gönlü ancak seçmek zorunda kaldığında gönülden yana meyleder.
Bilgin ve aydın için gereklilik olarak belirttiğimiz eğitim, bilge kişi için ilk koşul değildir. Hiçbir eğitim almamış ancak içinde yetiştiği toplumun geçmişten getirdiği, yaşattığı güzel özelliklerini süzüp kendine mal etmiş ve onları kendi akıl süzgecinden geçirirken kendinden de birtakım eklemeler yapmış özel yaratılmış pek çok bilge kişi örneği gösterilebilir. Bu tip bilgeliğin son çağlardaki önemli temsilcisinin Âşık Veysel olduğunu söyleyebiliriz. Veysel’in saz çalışına takılan biri; “Âşık, herkes saz çalarken parmaklarını dolaştırıp duruyor ama senin parmakların sabit, bunun nedeni ne diye sorar.” Âşığın bu densiz soruya “Onlar, benim bulduğumu arıyorlar” diye karşılık verdiği anlatılır. Âşık Veysel ve benzeri bilgeler, bulduğu aranan kişilerdir. Bu tür bilgeliği, irfan bilgeliği olarak adlandırmak yanlış olmaz. Bilgelik için eğitim ilk koşul değildir ancak eğitimli bilgelik, irfan bilgeliğine göre daha etkili ve daha kalıcı sonuçlar ortaya çıkarabilir.
Büyük bilgin ve bilgelerimizden Fahrettin Razi, Harezmşah ülkesine gider ancak sultan pek rağbet etmez. Bir süre sonra durumdan pişman olan sultan bilginin gönlünü almanın yollarını arar ancak bilgin pek de oralı olmaz. Bir gün hamamda karşılaştıklarında sultan ona kıyametin nasıl olacağını sorar ve şu karşılığı alır: “Kıyamet, bu hamama benzer. Senin gibi makam ve varlık sahipleri içeri girince varı yoğu dışarıda kalacak ancak benim gibi bilgi ve amel ehli olanlar ise ne biriktirdiyse yanında götürecek.”
Orkun anıt-yazıtlarında Türk devlet geleneği ile ilgili birtakım özel durumlar dikkat çeker. Bunlardan biri; “Babam İlteriş Kagan, annem İlbilge Hatun” ibaresinde gizlidir. Burada özel ad gibi görülen İlteriş ile İlbilge kağanlık ve hatunluk unvanları olmalı. Erkek, yani kağan gücü temsil etmekte ve halkı, ülkeyi derleyip toparlamak onun görevi olduğu için ona İlteriş denmektedir. Kağanın eşi olan hatun ise en yakın danışmanı olarak düşünülmekte ve onun da olgun bir kişiliğe, bilgi birikimine, devlet yönetimi konusunda deneyime sahip olması gerekmektedir. Bütün bu özellikleri üzerinde toplayan hatunun unvanı, “İlbilge” olmuştur. Bilgeliğin kadınla temsil edilmesini, cinsiyet ayrımının pek de mümkün olmadığı, özgür düşünmenin ve yaşamanın ana kaynağı olarak değerlendirebileceğimiz bozkır hayatının doğal bir sonucu olarak görmek uygun olur kanısındayım. Güç ile bilgi ve bilgelik yan yana geldiğinde devlet sağlam temeller üzerinde yükselecektir. Tonyukuk’un unvanının da “Bilge” olduğu düşünülürse Türk devlet geleneğinde ve Türk toplumunda bu kavramın ne düzeyde değerli olduğu anlaşılacaktır. İlteriş ile İlbilge’nin çocuğunun adının Bilge oluşu da bir başka güzelliktir.
Türk töresi, bilge kişilerce oluşturulmuş ve yine bilge kişilerce her çağa uygunlaştırılıp bugüne ulaştırılmıştır. Irkıl Ata’yı, Bilge Tonyukuk’u, Balasagunlu Yusuf’u, Kâşgarlı Mahmut’u, Yesili Hoca Ahmet’i, Dede Korkut’u, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Ali Şir Nevâyî ve benzerlerini yaşadıkları çağın Türk bilgeleri olarak sayabiliriz. Nevâyî’nin Korkut Ata’yı tanıtırken söylediği “Kendinden yıllarca önce olanları ve yine kendinden yıllarca sonra olacakları bildiği oldukça ünlüdür” cümlesi, Korkut Ata’nın bilgelik özelliğinin belirlenip kayda alınmasını ve bu bilginin geleceğe aktarılmasını sağlar. Dede Korkut Oğuz Namelerinde de onun bilgelik özelliğine vurgu yapılır.
Bütün bu sayılanlar, yani bilgin olmak, aydın olmak ve bilge olmak bir kişinin şahsında toplanabilir mi? Bu durum, çok az karşılaşılabilecek bir haldir. Bir toplumda böyle kişilerin varlığı ve çokluğu, o toplumun sağlıklı olması, gelişip büyümesi, düşünce üretmesi, zenginleşmesi, kişioğlu için yeni ufuklar açması ve bütün kişioğlu üzerinde etkili olması sonucunu doğurur. Ancak bu tür kişilerin bu belirtilenleri yapabilmesinin ilk koşulu, devlet ve dolayısıyla toplum katında bir değer görmeleri, devletin ve toplumun bu tür kimselere muhtaç olduğunun ayırdında olmasıdır. Bu tür kişilerin değeri çoğunlukla yaşadıkları çağda bilinmez ancak bu kişilerin bıraktığı eserler topluma, insanlığa yarar sağlamayı sürdürür ve zaman, bu kişilerin hakkını er geç teslim eder.
Paylaşım için Prof.Dr. Vahit TÜRK Hocama teşekkürler.
Yorum Yazın