Dilruba DAYAN

Dilruba DAYAN

Mail: dilrubadayan@gmail.com

NEFSİMİZİN ÖLÇÜSÜ DEĞİL, RABBİMİZİN ÖLÇÜSÜ

NEFSİMİZİN ÖLÇÜSÜ DEĞİL, RABBİMİZİN ÖLÇÜSÜ

 

Dengenin hayattaki yeri ne büyüktür. Hayat içerisinde yerini bilmenin, yolunu bulmanın ilk esaslarından biri de uçlar arasındaki dengeyi sağlamaktır. Bu denge yalnızca Rabbimizin belirlediği kıstasları uygulamak ile kurulabilir. Rabbe verdiğimiz akdi ancak ve ancak onun belirlediği ölçüde yaşayarak yerine getirebiliriz. Ama ve lakin biz nefsimize göre bir hayat yaşamayı, Rabbimizin belirlediği ölçüde bir hayat yaşamaya tercih ediyor gibiyiz. Nefsimizin yaşamak istediği din ile dinimiz İslam arasında kesin bir çizgi var, fakat bizler işimize geldiği şekilde bu çizgiyi bir perde misali aralayarak işlerimizi görmeye, yaşamımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Allah’ın kuralları ile insanların kurallarını birbirine denk tutuyoruz, karıştırıyoruz, insanların arasında işlerimizi kendi yöntemlerimiz ile hallettiğimiz gibi, Allah’ın kanunlarına da bu muameleyi yapmaya çalışıyoruz. Dengeyi öyle şaşırdık ki.

Tahterevallide küçük bir çocuğun karşısına oturan yetişkinin ağırlığı dolayısıyla çocuğun havada kalması gibi, dinimizin gereklerini, nefsimizin arzularına kurban ederek havada bırakmış olduk, tabiri caizse.

“Ey insan! Yüce Rabbin hakkında seni yanıltıp aldatan ne oldu? O Rabbin ki seni yarattı, seni insan olarak şekillendirdi ve seni dengeledi. Terkibini de dilediği gibi yaptı.” (İnfitar 6-8)

Dünya üzerinde her şeyi bir denge içine oturtan Rabbimiz insanı da bir denge üzerine yarattı. Öyle ki insanlar bu dengeden bir şeyleri eksilttiğinde ya da üzerine bir parça fazlalık eklediğinde sonuçları oldukça ağır oluyor. Haddizatında son zamanlarda yaşadığımız felaketlerin en büyük sebeplerinden biri de bu dengeyi bozmaya yönelik davranışlarımızdan ileri gelmiyor mu? Fazla su tükettikleri gerekçesiyle beş bin deveyi itlaf eden insanların çekirge istilalarından şikâyet etmeleri ne de gülünç görünüyor. Dünya işleri yoluna girsin diye çoğu zaman ibadetlerini yarıda kesen yahut onları yerine getirme hususunda bahaneler üreten kişilerin şimdi ancak mikroskopla görülen bir virüsün etkisi ile işlerine devam edememesi, birçok planlarını ertelemesi ne de manidar.

İtidal Allah’ın bu din, bu yaşam, bu dünya, bu âlem üzerine koyduğu yegâne ölçüdür. İnsanlar itidalli(ölçülü) davranarak doğru yola ulaşırlar. Allah’ın ölçüsü kesindir, eğilip bükülemez, isteklere göre şekillendirilemez. Rabbimiz bu ölçüyü bize peygamberi (s.a.v) ve Yüce Kitabı Kur’an-ı Kerim aracılığıyla açıkça bildirmiştir.

“Rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenlerle olmak için elinden gelen çabayı göster. Dünya hayatının çekiciliğine meylederek gözlerini onlardan çevirme! Bizi anmaktan kalbini gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!”(Kehf 28)

Nitekim nefsimiz, Rabbimizin hayat üzerine tanzim ettiği bu ölçüyü sınırlama yahut bu ölçünün sınırlarını zorlama gayreti içerisindedir. Bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz bizlere taşıyamayacağımızı yüklemeyeceğini bildirdiği halde, nefsimize Rabbimizin emrettiği her şey güç geliyor.  "Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden öte yük yüklemez."(Bakara 286)

Nefsimiz dünya işleri konusunda oldukça aceleci, hırslı, fırsatçı bir tavrı sürdürürken Allah’a kulluğu insan için belirli kalıplar, belirli zamanlar, belirli meslek grupları, belirli alanlar içerisine sıkıştırır. Tıpkı ibadet etmeyi yalnızca namaz kılmak, oruç tutmak, hacca/umreye gitmek, zekât vermek şeklinde gösterdiği yahut bu ibadetleri yerine getirme zamanını yaşlılığa ertelediği gibi. Oysaki namazlarımızı kılmak, oruçlarımızı tutmak dâhil, tüm benliğimizle Rabbimize yönelip dua etmek, akrabalarımızla ilişkilerimizi koparmamak, anne babamıza saygıda ve sevgide kusur etmemek, vaktimizi onun bizden razı olacağı uğraşlarla geçirmek, gücümüz yettiğince miskinin, fakirin, yardıma muhtacın ihtiyacına koşmak, çevremizdeki bazı insanlara sırf Rabbin rızasını kazanmak adına tahammül etmek, kazancımızda helal-haram ayrımını gözetmek, evliliklerimizi Allah’ın kanunlarını göz önüne alarak yapmaya kadar daha birçok hususta Allah’a ibadet bilinci ile hareket etmeliyiz. Nefes aldığımız sürece attığımız her adımı yalnız ve yalnız Rabbimiz Zülcelal’e ibadet şuuruyla atmak zorundayız.

“(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.”(Fatiha 5)

Dinimizi kendimize göre yorumlamak, yeniliğe uydurmak, modernleştirerek güncelleştirmek adı altında ibadetlerimizi nefsin arzusu ve şeytanın fısıltısıyla kendimizce yerine getirdiğimizi düşünüyoruz. Sanıyoruz ki biz ölçüyü yok saydığımızda gönlümüzce bir din ile Rabbimizin emrettiği din arasında bir fark söz konusu olmaz ve Rabbimiz de bizi kabul eder. “Cennet ümitleri içinde cehennem hazırlıkları yapıyoruz.”

Bir kısmımız ya sorumluluktan kaçmak için çeşitli hamleler yapıyor ya da sorumluluğumuzun üstünde olan şeyleri kendimize sorumluluk diye yük ediniyoruz. Bu da nefsimizin direktiflerinden biri değil mi? Öyle bir hale geldik ki namazı kılmamasına çeşitli mazeretler öne sürerken kalbinin temizliğinden dem vuran bir akıl ortaya çıktı bir tarafta, bir tarafta da zaruri ihtiyaçları, gündelik sorumlulukları bir kenarda dururken vakit namazının üstüne nafile namazlar kılanlar yerini aldı. Bir tarafta tesettürü yalnızca bir aksesuar olarak kafasında taşıyanlar peydah olurken bir tarafta da başı açık kadınları kâfir diye niteleyenler ortaya çıktı. Bir tarafta peygamberinin (s.a.v) sünnetine, söylediklerine şüpheyle yaklaşanlar türerken diğer tarafta da değil peygamber, din adamı vasfında toplumda yer edinmeye çalışan kişilerin varlıklarını ve sözlerini kutsallaştırdıkça kutsallaştıran, bu insanın/insanların dediklerinin dışına çıkmayan, onun/onların sözlerini/söylediklerini dinden sayanlar ortaya çıktı. Durumu müsait olduğu halde zekât vermek konusunda bahaneler ileri sürerken bankalara faiz üstüne faiz ödeyenler bir tarafta durdu, gösteriş yapmak adına imkanı el vermediği hâlde zekât vermek için ailesinin rızkından kesen insanlar da ayrı bir tarafta durdu.

Fakat bizler nefsimiz ile dinimiz arasındaki kesin çizgiyi görmek, tanımak durumundayız. Bu dini hakkıyla yaşamamız için Rabbimiz bizden ne istiyor, nefsimiz bizden isteneni ne şekilde yapmaya yelteniyor? Aradaki farktan haberdar olduğumuzda yapılması gereken şey/ler gözümüzde büyümeyecektir. Dahası, yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için, ardında bir sebep olmasa dahi sırf Allah Azze ve Celle istiyor diye yapıyor olmanın mutluluğunu yaşayacağız. Bundan sebep, yukarıda da bahsedildiği gibi, öncelikle aradaki sınırı/kesin çizgiyi iyi idrak etmeli, uçlardan haberdar olmalı ve Rabbimizin belirttiği ölçü üzere yaşamaya gayret göstermeliyiz.

"Bütün gönlünüzle O'na yönelin, O'na saygısızlıktan sakının, namazı kılın ve şirke sapanlardan, dinlerini parçalayıp her bir grubun kendindekini beğendiği fırkalara ayrılanlardan olmayın."(Rum 32)

Yüce Rabbimizin selametiyle kuşattığı bu dinin kıstasları ile nefsani isteklerimizin, arzularımızın yönergelerini birbirine karıştırmaktan sakınmak zorundayız. Zira bu karışıklık bizler fark etmesek de dinimize mal olmakta. Günden güne değişen toplum algısında ailenin yerini bireysel bir hayatın alıyor olmasından şikâyet ederken burada asıl sorgulamamız gereken şeylerden biri de toplumun din algısının nereye gittiği, toplumun bu dinin gerektirdiklerine nasıl riayet ettiğidir. İlerlemekte olduğumuz bu yolda uçlar/uçurumlar bellidir, yolun ortası da bellidir. Sınırları/çizgileri çizen, ölçüyü koyan Rabbimizdir, biz bu sınırların tam ortasında, vasatında yaşamak ve ölçüyü tutturmak durumundayız.

“İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık. Biz bu yöneldiğin kıbleyi özellikle resule uyanlarla sırt çevirenleri açıkça ayırt edelim diye belirledik. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelecektir. Allah imanınızı asla zayi edecek değildir. Çünkü Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.(Bakara 143)

Selam ve dua ile.
Dilruba.

 

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar